10 Kasım 2013 Pazar

AZ PİŞMİŞ


Dünyanın en büyük çöllerinden birinde, tuz taşıyan kervanının başında, hırçın devesiyle tek vücut, gözlerini kısmış uçsuz bucaksız kuma bakıyor. Yirmi gündür yoldalar. Yirmi yıldır. Yirmi yıl daha. Onunla benim aramda ne var? Seninle benim aramda ne var?


Anneannem -ki dünyanın en iyi anneannesi olduğunu söyleyecek değilim- derdi ki; insanları çok kızdırırsan dilini keser, yedi dağın en yükseğindeki yedi kuyudan birinin içine atar, suya düşen dilini bulman için yedi deveyi yanına verir, seni ömür boyu sürecek bir arayışa gönderirler. Günlerin geceye, gecelerin yakıcı bir güneşe dönerken, bir zamanlar ormanın en şen kuşu gibi rahatlıkla çıkardığın sesleri çıkarabilmek için, sarı sessizlikte yol alır, acıların en fenasını çekersin. Gırtlağından çıkardığın sesleri, ölmekte olan bir hayvanın son yakarışları olarak duyan leş yiyiciler etrafını sarar. Bir insanın yalnızlığı kadar üzücü ne var bu hayatta? Hikayesini anlatamayan insan ne için yaşar? Sen hangi hikayeyi anlatmak için yaşıyorsun?


Yola çıkmadan yedi gün bekledim. Ağaran güne, öldüren geceye dualar ettim. Ağladım ağladım uyandım. Toprağın içinden geçip ölülerin mekanına ulaştım da sofralarına ortak olup karnımı doyurdum. Dünyada korktuğum iğrendiğim hiçbir şey kalmayana kadar iğrendim, korktum. Yedinci günün sabahında, develerin en büyüğünün üstüne atladım ve küçük kervanımla yola koyuldum. Geçtiğim ormanlar koyu, nehirler derin, dağlar yüksekti. Günler günleri, aylar yılları kovaladı. Gün boyunca hiç durmadan yol alıyor, her gece aynı ağacın altında konaklıyor, aynı rüyayı görüyor ve o lanetli kuyuya yaklaştığımı hissediyordum.

 Bir gün, yıllardır benimle birlikte yaprakların, göğün ve güneşin altında hep uzaklara bakarak hiç durmadan yürüyen develerimden biri öldü.

 O an yaşlandım. Ellerim buruştu, kamburum çıktı, büzüldüm. İlk kez yola çıkmadım. Ağacın altında durdum. Zaten olmuş olan oldu o an. Zaman beni zalim kollarına arasına alıp derin bir uykuya saldı. Rüyamda yaşlı bir kadın vardı. Büyük bir kazanda beyaz bir şey pişiriyordu. İyi miydi kötü müydü anlayamadım. Bitip gideceğini, çoktan gittiğini, tutamayacağımı anladım. Sözlerimin hepsini bir çuvala tıkıştırıp derin bir çukur kazdım. İnsan ölmeden önce kelimelerini gömmeli. Toprağı düzeltip üstüne bir fidan diktim. Geri geldiğimde fidan, her gece altında konakladığım o ulu ağaca dönüşmüştü. Kendimi ağacın altında uyurken gördüm. Yıllardır süren bu bitmek bilmez yolculuğa rağmen huzurlu görünüyordum. Kendimi sevdim. İçimi bir mutluluk kapladı. Bunu kendime söylemek istedim. Konuşmaya çalıştım ve gırtlağımdan çıkan hırıltılarla birden fark ettim. Dilim yoktu. Uyandım.

 Deveyi gömmek için büyük bir çukur kazmam iki günümü aldı. Gün ağarırken yola koyulmak üzere eşyalarımı topladım. Mezarın üzerinde toprağa düşmüş tohumlar gördüm.  Ağaca baktım. Lodosla birlikte salınıyordu. Savrulup gitmemeleri için tohumların üstünü toprakla örttüm. Hava ısınmaya başlıyordu. O an ne kadar üşümüş olduğumu fark ettim ve güneşe rağmen bütün gün titredim.

 Eve vardığım zaman gece olmak üzereydi. Anneannem ocakta süt kaynatıyordu. Bir şey demedi. Masanın üstü yazıp yazıp karaladığım kağıtlarla doluydu. Hepsini alıp bir çuvala doldurdum ve bahçedeki kör kuyunun içine attım. Suya düşen çuvalın sesini bekledim. Gelmedi. Ayaz başlıyordu. İçerideki ocağın başına oturdum. “Bir bardak süt verir misin torununa?” dedim.

 

Hiç yorum yok: