15 Aralık 2012 Cumartesi

İstediğimgibiolmayacak'ı Yazmak


İstediğimgibiolmayacak'ı yazmak için masaya oturduğumda gözlerim kapanmaya başlamıştı. Böylesi durumlarda karın ağrısı baldırlardan başlayıp dişlere kadar ilerler, kafatasını avuçlarının içine alıp şefkatsizce okşar. Bedenim bütün düşüncelerimi geride bırakarak bilincimi kapladı. Elimi kaldıracak halim yok. Haftalardır bu yazıyı nasıl yazacağımı düşün-mü-yorum ve şimdi bile işte bunları yazıyorum. İnsanın kendinden bahsetmesi ne zormuş.

Birisi sana hikayeni sorsa ne yapardın? Boş ver.

Bir eşiğin önünde durmuşsun. Üzerinde illa ki beyaz bir şeyler var. Bir adım atsan geçeceksin, bir adım, bir kelime, iki cümle.. Olmuyor. Kendini biraz ittiriversen yürümeye başlayacağını hissediyorsun ama sanki bir şey tutuyor. Kim? Gidersem dönüşü var mı? Gidersem bıraktıklarımı bulur muyum geride? İstediğimgibiolacak olmasından daha çok korkuyorum. İstediğimgibiolmamışlar'a ne olacak o zaman? Değişmek ne kadar acı. İnsan hastalıklarını bile bırakmak istemiyor.

Anladığımı sandığım her şey yavaşça belirsizleşirken, 'Bunu sen istedin.' diyorum kendime. Şimdi dönüşü yok. Eski belirsizleşiyor, değişiyor, kayboluyor, yitiyor. Ve sanki eğer ben bunu yazabilirsem. Eğer yapabilirsem. İstediğimgibiolacak. Çok korkuyorum.


 

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Gökhan Yılmaz - Biraz Kuşlar, Azıcık Allah



Kadın adamı alır, çantasına koyar. Parasını verir, kasa susar. Buyrun efendihanım derler, kapılar açılır, kadın çıkar, kapılar kapanır. Adam çantada kıvrılır yatar. Kadın gülümser, mutlu. Eve gelince ampul yanar, kedi kalkar, adam anlatır kadın dinler, kadın susar adam coşar. Sözcükler cümleleri, cümleler hikayeleri, hikayeler yazarları kovalar. Zaman korkmuş bir kirpi gibi tepeden yuvarlanır. Sonra birden “Bitti.” der adam. Bitti. Kadın aniden kendine gelir, hışımla kalkar, bağırır:
-“Terbiyesiz! Bir efendihanıma söylenecek sözler miydi bunlar? Baştan çıktım bak şimdi. Kim düzeltecek düzeni?”
-“Ben değil herhalde.” der adam.
-“Ben de yapmam, baştan söyleyeyim.” der kadın. Susup kediye bakarlar. Kuyruk de onlara bakar. Kısa bir yazı karşılığı iki kutu yaş mama alımına başlamak için kadın kalkar, mutfağa gider. Kuyruk klavyenin başına oturur. 

“Adın ne? Ana adı, baba tadı? Nüfusa kayıntı olduğun yer? Kimleri sevdin, kimleri çözdün? Bu kitabı neden yazdın?”
Adam “Hey bismallah.” der. “Tabi azıcık Allah.” diye mırıldanır Kuyruk.
-“Okudun da mı soruyorsun bu soruları?”
-“Kokladım. Tamam tamam, devirme gözlerini, içerideki işe gittiğinde ondan kalan kırıntılara bakarım şöyle biraz. Bazen güzel olur ama bazen de “Aman Allahım, ne düşünüp almış bu kitabı?” derim. Gerçi kendi de okumaz onları. “Bir gün mutlaka..” diye diye aylarca başucunda tutar. Ama bak benden duymuş olma, seninkini bir lokmada yuttu ve pek etkilendi. Ondan beni klavyenin başına oturttu böyle. Kuyruk muyruk, bir takım isimler, alengirli hareketler falan hep bundan, özendi sana ne yaparsın. "Aman pek güzel yazmışsın." deyip bir fincan çay, iki dilim kek verilecek kitap değil seninki. Hırçınlığı da ondan. Kıskandı”
-“Kek fena olmazdı.”
-“Kitabının adamı değilsin ama adam gibi kitap yazmışsın.”
-“Yazarlar da kek yer.”
-“Ama ben bunu bilmek istemem. Onları hep yazarken hayal ede..”

“Düzelttiniz mi düzeni?” diye sorarak içeri girer kadın. “Seninki kek istiyor.” der Kuyruk. Kadın rahat bir nefes alır. Adam kekini yerken kadın, bu kadar genç bir yazarın ilk kitabındaki derinliğe ve bu derinliklerde keşfettiklerini anlatmak için uydurduğu dile ne kadar hayran kaldığını tekrar düşünür. 


22 Temmuz 2012 Pazar

THOMAS MANN - ALDANAN KADIN



Her okur, kitap seçerken nelere dikkat etmesi gerektiğine dair kendine has yollar geliştiriyor gibi gelir bana. Thomas Mann’ın ‘Aldanan Kadın’ isimli uzun öyküsü, arka kapak yazılarının, bu değerlendirmede ne kadar yetersiz kaldığını hatırlattı. Bir edebiyat eserinin konusunun ve hikayesinin ana hatlarını bilmekle onu okumak arasındaki fark, belki tam da onun edebi değerini ve aslında eserin derinliğini anlatır bize. Hikayenin ötesini, bütün o olay örgüsü ile sembolize edilen ya da sezdirilen başka bir dünyayı, ancak kitabın içine girdiğimizde, o da kişisel tarihimizin ve korkularımızın izin verdiği ölçüde anlayabiliriz. ‘Aldanan Kadın’, iki çocuğu ile birlikte sakin bir yaşam süren geçkince bir kadının, kendinden çok genç bir adama duyduğu aşkın hikayesi olarak özetlenince bende yarattığı çağrışımlar ile kitabı okuduktan sonra içine girdiğim ruh hali birbirinden o kadar farklıydı ki, nedense bunları yazarak başlama ihtiyacı duydum. Fakat aslında başka türlüsü de olamazdı. Belki ancak macera romanlarında...

Thomas Mann

Bu öykü bende, filme çekilmiş bir tiyatro eserini izliyormuşum duygusu yarattı. Bunun nedeni, yazarın kendini her şeyi bilen ve gören bir tanık olarak konumlandırmasının yanı sıra, bolca diyalog ve tasvir kullanması olabilir. Öyküyü, özellikle de anne kız arasındaki diyalogları okurken, gerçek kişilerin kanlı canlı ilişkilerini değil de, çeşitli duyguları ve durumları anlatabilmek için kurgulanmış ve böyle yapıldığı da özellikle okuyucuya hissettirilmeye çalışılmış insan benliğinin çeşitli yönlerini dinlediğimi düşündüm. Bu bende kitaba karşı bir soğukluk yaratacağına, garip bir yabancılık hissiyle birlikte merak uyandırdı.  Yazarın olayları hızlandırması için sabırsızlandığımı fark ettim ve kitabı bir çırpıda okudum. Bazen belirli bir mesafede durmak, bakmayı ve görmeyi kolaylaştırabilir ama beklenenin aksine bir kere gördükten sonra artık mesafe kalmaz.


Sakin bir yaşam, çiçek tarhları, ormanlar, güzel yemekler arasında geçen öyküde, yaşanan çatışmalı duygular ve kaygılara rağmen, kendimi çimenlere uzanmış gökyüzüne bakar gibi kitaba bıraktığımı, ancak hikayenin sonuna gelip de tepetaklak olduğumda fark ettim. Aynı hayatın içinde olduğu gibi. Thomas Mann’ın, kitabın başından beri kurduğu tuzağın içine düştüm ki bu yönüyle kitabın ismi çok manidar. Zamanın geçmesi, kadınlık, anne-kız ilişkisi, umut, hayalkırıklığı, aşk ve tabi ki ölüm temalarının farklı ve sürprizli şekilde anlatıldığı bir uzun öykü Aldanan Kadın. Siz de benim gibi yazarlar tarafından aldatılmayı seviyorsanız, bu kitabı kesinlikle tavsiye ederim. Bu arada Esen Tezel’in de nefis bir çeviri yaptığını söylemeden geçmek haksızlık olur. 








13 Temmuz 2012 Cuma

ORHAN PAMUK VE MASUMİYET MÜZESİ / ŞEYLERİN MASUMİYETİ


 Okuduğum romanlar içinde, aşkın en güzel anlatıldığını düşündüğüm pasaj Kara Kitap’tadır. Bir kadının ufacık ayrıntılarda nasıl fark edildiğini, canlandığını, var olduğunu hissederim bu anlatımda. Sadece kadın değil, kadının nesnelerle kurduğu ilişki ve bir süre sonra bu nesnelerin kendisi de büyük bir evren yaratır aşığın gözünde. Roman işte bu evrenin kapılarını açar bize. Fakat oraya girebilmek için önce kendi hatıralarımıza temas etmeyi göze almak gerekir. Masumiyet Müzesi’ndeki aşkın, Kara Kitap’ta başladığını düşündüm okurken. Oradaki sevme biçimi, yeni romanın belkemiğini oluşturmuş, aşığın iç dünyasının bir metaforunu yaratmıştı sanki.

            Ama ben tersten başladım okumaya. Her kitap zamanını bekler, iyi ki de öyle yapar. Masumiyet Müzesi de uzunca bir zaman bekledi kitaplığımda. Şeylerin Masumiyeti’ni okuyana kadar. Sonrasını kana kana içmeye benzetebilirim ancak. Hangi kitabın önce okunması gerektiği sorusunun bir yanıtı olduğunu sanmıyorum. Yazar da bu iki eserin birbirlerinden bağımsız bir varlığa sahip olduklarını fakat anlattıkları konular ile bağlandıklarını söyler zaten. Benim açımdan bu sıralama çok güzeldi. Belki bunda, terk edilmiş evleri ve bu evlerin tozlu camlarından gördüğüm eşyalar üzerine hayal kurmayı sevmemin bir etkisi vardır. Rengi solmuş vişneçürüğü bir berjeri, ayağı kırık sehpanın üzerinde duran sürahiyi, eprimiş perdeleri, oraya buraya atılmış yırtık kıyafetleri seyreder, bu nesneleri kullanmış insanların nasıl kişiler olduklarını düşündüğüm gibi, aynı zamanda şu anda ne yaptıklarını, geride bıraktıkları şeyleri özleyip özlemediklerini de bilmeye çalışırım. Bir zamanlar kim bilir hangi dükkandan nasıl duygularla alınmış, yıllarca kullanılmış bu eşyalar içimde bir hüzün yaratır çoğunlukla. Sanki onlar üzerine düşünmek, hikayeler kurmak, bir suçluluğu gidermenin, onlara yapılmış haksızlığı düzeltmenin yolu gibidir. Şeylerin Masumiyeti’ni okurken, bir zaman parçasının tanığı olan nesnelerin terk edilmediğini, tam tersine saygıyla, merakla, aşkla toplandığını görmek, geçmişimin kaybolduğunu sandığım nesneleriyle temas etmenin de müjdesini veriyordu belki. Bir başkasının hikayesi, korkmadan kendimize gömülmemizin en kolay ve keyifli yolu değil midir çoğu zaman?

 

Masumiyet Müzesi’nde, Kemal’in Füsun’a duyduğu aşkın, kendine has diliyle yeni bir dünya oluşturmasını okurken, Şeylerin Masumiyeti’nde, bir aşkı dillendiren yazarın, Kemal’in dünyasına ortak olmasının, aşığın arzusunu yerine getirmesinin macerasını izleriz bir anlamda. Yazarın kendi var oluşunu bu kadar içtenlikle ortaya koyması, belki en çok çocuklukta hissedilip unutulan ve her şeyin mümkün olabileceği bir hayata dair umut yaratır. Yetişkin dünyası, çocuksu umutların kırılgan ve hayalperest yapısına tahammül edemediğinden, önce gizlenmesi gerekir düşüncenin. Yazar müzede sergilediği eşyaları toplarken kendisine soru yöneltenlere, nedense o fincanı ya da bu bibloyu çok sevdiğini söyler de bir müze kurmak istediğini ve bu nedenle eşyalar topladığını saklar. Saklamak korumaktır da çoğu zaman. Kitapta aktarıldığı gibi, başkalarını hayallere ortak etme ve inandırma çabası içine girmek, yaratıcının omuzlarına büyük bir yük bindirir çünkü.

Şeylerin Masumiyeti’nde, yazarın içinde yaşadığı gelgitleri, çekinceleri, korkuları dinler, gezdiği sokaklarda ona eşlik eder, belki çoktan ölmüş olan insanların yüzlerinde anlamlar arar ve tam da istediği gibi bir parça bulduğunda onunla birlikte sevinirken, başlangıçta çok büyük ve belki imkansız gibi görünen bir hayalin adım adım gerçekleşmesinin de hazzını tadarız. Bilmenin ve tanımlamanın gereğinden fazla önemsendiği bir dünyada, belirsiz bir arzunun peşinden giden birinin hikayesini okumak, kendi tuhaflıklarımızı sevebilme ve onlara sahip çıkma gücü verdiği gibi, bir çeşit yandaşlık duygusu da yaratır. Anlamın salt düşünceden değil, daha derinden, iç dünyanın arzuları, korkuları, çatışmalarından gelmesi ve geçmişle güçlü bir bağının olması, bir türlü tanımlayamadığımız duygularımızı affetmemizi ve sahiplenmemizi sağlar. İnsani olanı anlamanın yolu tanımlayıp unutmaktan değil, ortaya serip hatırlamaktan geçer ve işte tam da bu deneyim, başka insanlarla aramızda bir yakınlık ve birlik duygusu oluşturur. 

Belki yazarın, kahramanın peşi sıra dünya üzerindeki diğer küçük ve kişisel müzeleri gezmesi, hayalindeki müze için bilgi toplamasının yanı sıra, bu yakınlık ve yandaşlık duygusunun vereceği güce ve desteğe ihtiyaç duymasındandır. Bir insanın anlaşılma arzusu ile kendini dünyaya açmasındaki cesaret, diğerinin umudu olabilir. Birini anlama gayreti gösterdiğimizde, gün gelip başka birisinin de bizi anlamaya çalışacağına inanabiliriz ancak. Derinliklerimizde karşılaşacağımız duygularla ve yalnızlıkla başa çıkabilmek için, ötekinin varlığına ve tanıklığına ihtiyaç duymak, zayıflığımızdan değil, insan oluşumuzdan gelir. Kendi kendimize konuştuğumuzda, bir hayal kurduğumuzda, hiç kimsenin okumayacağını bildiğimiz bir şey yazdığımızda bile, hep bir başkasına seslenmez miyiz? 

         Yazar, Masumiyet Müzesi’nde Kemal’in ağzından biz okuyuculara seslenirken, kendisini de kurgunun bir parçası haline getirerek hayal ile gerçeği birbirine bağladığı gibi, aynı zamanda okuyucuyu da romanın kahramanlarına ve yazara yakınlaştırır. Yazarın düşlediği kahramanlarla kurduğu bu ilişki, okuyucunun da roman ile kuracağı ilişkinin, zaman, mekan ve mantık sınırlarının ötesine taşınmasını kolaylaştırır. Aynı anda hem hayal edilmiş bir hikayeyi okuduğumuzu bilir, fakat onun gerçekliği karşısında şaşalayarak, kitabın içindeki dünyaya ait olduğumuz yanılsamasına kapılır, hem de kitaptaki hayali kahramanların dışarıda bir yerde yaşamış olduklarını, Nişantaşı’na çıksak Füsun’dan bir iz bulabilirmişiz ya da onun yürüdüğü yollarda yürürmüşüz gibi canlılıkla hissederiz. Neyin gerçek neyin kurgu olduğunun karışması, düşlerimizin, bu da gizli kalmış arzu ve korkularımızın kapılarını açar bize. 

 Şeylerin Masumiyeti şu cümlelerle biter: “Müzedeki masama oturup defterime notlar alırken, yapmakta olduğum şeyin anlamını bir kere daha sorardım kendime............En iyi cevabın eski masallardaki, Binbir Gece’deki gibi bir açıklama olduğunu düşünüyorum şimdi. İçime bir cin girmiş ve bu müzeyi bana neredeyse zorla yaptırmıştı. Lambadan cin çıkınca telaşlanan Alaaddin’in aksine, karşıma çıkan şey beni mutlu ettiğine göre talihime şükretmeliyim.” Masumiyet Müzesi’nde de, hikayesini yazması için yazarı seçen kişi, Alaaddin’in cini kadar hayali olan Kemal’den başkası değildir. 

Romanın sonunda Kemal çok mutlu olduğunun bilinmesi için yazardan söz alırken, Şeylerin Masumiyeti de benzer şekilde, yazarın mutlu olduğunu okuyucuya fısıldaması ile biter. Son sözlere noktayı koyan ise bir alıntıdır. Yalnızca kendisi olabilmek için bütün eşyalarını atan ve sonunda onlar olmadan hayatın ve kendisinin anlamı olmadığını fark eden şehzadenin hikayesi, alçakgönüllülükle öğrenmemiz gereken sırrı bizimle paylaşır: “Kalbimiz kırılmadan şeylerin sırrını anlamamıza imkan yoktur.” Kayıp, bizi sadece yoğun bir keder duygusu ile değil, aynı zamanda fark etmeden kurduğumuz bağları hatırlatması nedeniyle mutlulukla da doldurur. Ve belki bundan daha anlamlı bir şey yoktur.


                                                                                   



KARNIMIN İÇİNDE BİR UZAY BOŞLUĞU BÜYÜYOR


Tepe boyunca sıralanmış küçük beyaz evler gözlerini yummuş insanlara benziyor. Herkes derin bir uykuda. Sabahın ilk ışıkları, geçmiş ve bugün arasındaki o derin fakat ince zarı yırtıyor. Adını koyamadığım ve çok tanıdık gelen bir duygunun içine doğru kayıyorum. Aklıma uzun yıllar önce yaşadığım tren seyahatleri geliyor. Sanki zaman geçmemiş, hiç kimse ölmemiş gibi, yirmi yıl öncesindeki bir günün ya da benzer bir çok günün duygularının, aynı yoğunlukta canlandığını hissediyorum. Bugün yok oluyor. Doğdukları evlerden hiç ayrılmamış insanlar böyle mi hisseder? Sanki çocukluğumu geçirdiğim evin balkonundayım. Cırcır böcekleri yıllar öncesinden sesleniyor. Bir zamanlar kaçıp gitmek istediğim o aynılığın içine hazla gömülüyorum. Her günün benzer olduğun hissettiren o sıkıntı ve mutluluk duygusu artıyor. Evimizin balkonundan gördüğüm palmiyeler ve caddenin ortasından geçen ırmağın sesi. Sıcak yaz geceleri. Annem hep orada. Öyle olmaz mı? Herkes hep oradadır bir zamanlar. Bu böyle sürüp gidecek sanır insan. Zamanı kırmak ister. İçine doğduğu şeyi değiştirmek.. Bunun bir gün zaten olacağını düşünmeden. Günler o kadar uzundur ki. Çocuklar çocuk, anneler annedir hep. Bir zamanlar hantal sandığımız bedeni ile üzerimize abanıp bizi hırçınlaştıran zamanın, nasıl olup da aktığına şaştığımızda kaçacak yer de kalmamıştır artık. Şimdi burada, bu balkonda, güneş tepeleri ve denizi çoktan aydınlatmaya başlamışken, artık o günlere dönemeyeceğimi hissetmenin derin acısıyla birlikte, geride kaldığını sandığım o duygularla sarmalanmak, mutlulukla birlikte bir çeşit pişmanlık ve çaresizlik duygusu da yaratıyor. Geçmişin hatıraları kaybı tekrar tekrar kanatıyor. Karnımın içinde bir uzay boşluğu büyüyor.




11 Temmuz 2012 Çarşamba

YALNIZ'IN TATİL GÜNLÜĞÜ - 2


Büyük ve nasırlı avuçlarının içindeki iki küçük kolyeyi bana doğru uzatmış, seçmemi bekliyordu. Bu tezgahta her taşın bir hikayesi, her rengin bir anlamı vardı. Aşk ve sevgi mi, huzur ve mutluluk mu, hangisini istersin? Aldığım onca kolyenin karşılığında ikramda bulunmak istiyor ve beni nasıl bır sıkıntıya soktuğunu bilmezden gelerek sattığı taşlardan daha mavi ve parlak olan gözleriyle yüzümü deliyordu. Parmaklarım iki taş arasında gidip geliyor, soruyu kendi kendime tekrarlıyordum. Israrlı bakışları çok kısa bir sürem olduğunu, bir an önce seçimimi yapmam gerektiğini fısıldıyor, bense sanki gerçekten de yaşayacaklarımı seçiyormuşum gibi bir ciddiyetle karar vermeye çalışıyordum. Birden rahatladım. Aşk seçilmez ki! Aşka düşülür. Ben yuvarlanıyordum.

 
Ay, maharetli eller tarafından göğe asılmış sulu bir karpuz dilimi gibi dolgun ve çekiciydi. Masa lezzetli yiyeceklerle donatılmıştı. Kadın durmadan konuşuyor, bense susup balığı ayıklayan garsonu, ışıldayan denizi, yemek bekleyen köpeği, seyyar satıcıları, el ele yürüyen sevgilileri seyretmek istiyordum. Fakat tek bakabildiğim, dinlendiğini bilmek isteyen gözleri ve hayatının en ufak ayrıntılarını bile hiç atlamadan anlatabilen ağzıydı. Otuz sene evvel giydiği elbisenin rengini, o sırada hangi davetten döndüklerini, on sene önce de tam bu masada kimlerle oturduklarını hatırlamasına başta şaşırmış, zaman içinde sırrını anlamıştım. Unutmamak için konuşuyordu. Kısa bir zaman sonra, bu geceyi de bir başkasına anlatacak, benim hangi şarabı sevdiğimi, mezeleri nasıl seçtiğimizi, kocasının her zamanki gibi suskun olduğunu bir bir sayacaktı. Sanki hiçbir şey kaybolmasın ister gibi her şeyin kaydını tutuyor, bir koleksiyoncu titizliğiyle sınıflandırıyor, isim veriyor ve saklıyordu. Bu yüzden yaşadığımız ana ne ortak oluyor ne de ortak ediyordu. İlişki kurmak kaybı göze almak demek, bunu biliyordu ve tüm anları sözcüklerle doldurarak kendine saklıyordu. Kadın aşktan hiç söz etmiyordu.

10 Temmuz 2012 Salı

İÇİMİZDEN BİRİNİN KUYRUĞU VAR..



Yazamıyorum. Parmaklarım ne yapacağını şaşırmış bir halde masada ritim tutarken, kedim, tekdüze hayatına renk katacak bir olay olup olmadığını anlamak için kulaklarını dikip bana bakıyor ve içi sıkılarak başını çeviriyor. –Bundan bir numara çıkmaz.- Her gün aynı odada, aynı şekilde dönüp duran sinek, kendisine saldırmak için uygun anı kollayarak saatlerce balkon demirinde bekleyen karga, her ezanda aynı şekilde uluyan mahalle köpekleri, hepsi ve diğerleri, benden daha ilginç bu evde. Gözlerimi deviriyorum. Saygısızlığa tepkisiz kalamam. İki kadın konuşmadan oturuyoruz. İçimizden birinin kuyruğu var.


Konuştukça susma ihtimali düşüyor, hissediyorum. Kendi sesinde şahlanıyor. Küçücük bir restoranın karecik masasında, tabağındaki eti minicik parçalara ayırırken sürekli anlatıyor. Bakımlı saçlarını toplamasını, sonra yeniden salmasını, ağzına bir parça et atmasını seyrederken ritmik bir şekilde kafamı sallıyorum. Onun kadar güzel olmak istiyorum ve onu dinlemiyorum. Başkalarının aşk hikayelerinden sıkılmak yaşlanmanın belirtisi mi diye düşünüyorum. O, bir metropol destanına dönüşen hikayesinde eriyerek yok olmak üzere, bense ilgisiz kedimi özlüyorum. Telefonun sesiyle kendime geliyorum. Baksendeçokseveceksinonu arıyor. Gözlerimi kırpıştırarak selam yolluyorum. Gözleri kırpıştırmak, ülkemizin çoğu yerinde, arkadaşının sevgilisine şirin gözükmek amaçlı olarak gerçekleştirilen, yine çoğunlukla istemsiz hale gelmiş bedensel bir harekettir. Çoğunluğa dahil olma arzumun olur olmadık yerde canlanmasına her zamanki gibi şaşırıyorum. İki kadın küçücük ve karecik bir masada oturuyoruz. İçimizden birinin hasedi var.


Ter, alnından başlayıp şakaklarından aşağıya doğru süzülüyor. Yanaklarına yayılmaya başlayan kırmızılıktan gözlerimi alamıyorum. Yıllardır keçi sütü ve peyniri ile beslendiğini, ottan yataklarda uyuduğunu, dağlarda çobanlık yaptığını hayal ederek oyalanıyorum. Asıl konuya yumuşak bir geçiş yapabilmek için havanın sıcaklığı, İstanbul’un trafiği gibi konulara olta sallayan bu adamın,  Heidi’nin uzaktan akrabası olduğunu düşünmek durumu biraz olsun katlanılır kılıyor. Onu ocağın başında düşlüyorum; elindeki kocaman peynir parçasını ateşte ısıtıyor ve yarısını bir lokmada yutuyor, yeni sağdığı bir kap sütü kafasına dikiyor.. O sırada dışarıdan sinirli korna sesleri geliyor. ‘Bak gördün mü!’ der gibi gözleriyle pencereyi işaret ediyor Franz. ‘Evet, çok haklısın.’ der gibi başımı sallıyorum. Trafik konusundaki uzlaşmamız Franz’a umut veriyor. Bir yandaşlık duygusu ile konuya dalıyor. Bir kadın ve bir erkek, aramızda devlet kurumlarındaki benzerlerine özenilerek kim bilir nereden alınmış büyük bir masa, hararetli bir pazarlığa girişiyoruz. İçimizden birinin inadı var.


Son okuduğu romanı anlatıyor. Sesi, sabah serinliğindeki dalgasız bir deniz gibi yumuşak ve davetkar. Ellerini izliyorum. Bir süre masadaki peçeteyle oyalanıyor, sonra her zamanki yerlerini alıyorlar. Bu yüzden sakal bıraktığını düşünüyorum. Ellerine yer bulabilmek için. Kahvesinden bir yudum alıyor. Kibar ve sakin. Her zaman. Gözlerimi başka yere çeviriyorum. Baktığım ağacın karabiber ağacı olduğunu söylüyor. Biliyor muydum? Sesimi çıkarmıyorum. Tek bir kelime söylersem, saklı tutmaya çalıştığım her şeyin dökülüvermesinden korkuyorum. Yutkunuyor. Görmüyorum ama biliyorum. Ne yapacağını şaşırdığında yutkunur hep. O sırada bir kaç tanıdık masaya uğruyor, rahatlıyorum. Ancak o zaman bakabiliyorum yüzüne. İlgili görünmeye çalıştığı zamanlardaki gibi bir kaşı hafif kalkık, gülümseyerek kafa sallıyor. Sinema, bilet, geç kalmayalım. Kalkıyorlar. Bir erkek ve bir kadın, derin bir sessizlik içinde oturuyoruz. İçimizden birinin aşkı var.

Gözlerini üzerime dikmiş bakıyor. Elimdeki kitaba odaklanmaya çalışıyorum ama olmuyor. Dönüp ben de bakmaya başlıyorum. Sabrı ile başa çıkmak ne mümkün. Bir heykel gibi kıpırtısız bakmaya devam ediyor. Kuyruğu sanki kendisinden bağımsız bir canlı. Kanepeye aynı ritimle vururken tek bir tüyü titremiyor. Ritminden ne halde olduğunu anlamaya çalışıyorum. ‘Onca zamandır tatildesin, sinirliyim, içimden elini kanatmak geliyor, sen daha dur bak neler olacak.’ ile ‘Kızgınım ama özledim de, bir iki canını yakayım, sonra kucağına gelirim yine.’ arasında gidip geliyorum. Kalkıp bir kutu yaş mama açıyorum. Benim de kendime göre taktiklerim var. Yiyor, yalanıyor, tekrar yiyor, sonra da kıçını dönüp arka odaya seğirtiyor. Gıcık. Bir süre sonra sallana sallana geliyor ve birden kucağıma atlıyor. Ne yaşamış olursam olayım, günün sonunda hep orada, biliyorum. Sevip okşarken insan dilinde güzel sözler söylüyorum. İki kadın konuşa mırıldana, sarılarak oturuyoruz. İçimizden birinin minneti var.


5 Temmuz 2012 Perşembe

YALNIZ’IN TATİL GÜNLÜĞÜ - 1

14 yaşlarında gözüküyordu. Ağzının kenarındaki hareketlenme,  her şeyi bilir ve hiçbir şeyi takmaz havası vermeye yarayan o ergen gülümsemesinin her an ortaya çıkabileceğinin göstergesiydi. (Bu gülümseme tarzında, dudakların bir tarafı hiçbir şey olmuyormuş gibi sabit dururken, diğer taraf bilgiççe aşağı doğru kıvrılır ve ağızdan ‘hıh’ eşliğinde nefes verilir.) Etraf aile babası ve anne kaynıyordu. Biraz sıkılmıştım. Bacaklarımı dubadan aşağıya sarkıttım. Kadınlar öyle oturmuyordu. Aldırmadım. Sıkılmak geçmiş günlerdeki isyanımı beklediği yerden çıkarmış, tatil beni ruhsal olarak çok gerilere götürmüştü. “Ben seni geçerim ki!” dedim. “Hıh” dedi.

Bu ‘14 Yaş’ ile ilk karşılaşmam değildi. Denizin en dalgalı ve dolayısıyla tenha zamanlarında, kendimizi suya atıyor ve uzun bir mücadelenin sonunda dubaya ulaşıyorduk. Ben bacaklarımı suya sarkıtıp bir sandalda mahsur kalmış ihtiyar balıkçı olduğumu hayal ederek ufka bakarken, o kendini oradan oraya atarak zıplıyordu. Tuhaf bir filmin içinde gibiydik. Ve bu bana hiç tuhaf gelmiyordu. Onun dalgalardan daha güçlü olma ve dubayı ters yönde sallama arzusu, benim ihtiyar balıkçı olma hayalim kadar normaldi. Karadayken birbirimizi tanımıyor gibi yapıyorduk. Dubada ise yokmuş gibi. Bu böyle devam edebilirdi. Ben halimden memnumdum. Garip insanların yanında kendimi rahat hissederim. Kimsenin kimseye diyecek bir lafı olmaz.

Sonra denizi ısırgan canlılar sardı. ‘14 Yaş’, macera ihtimalini sezmiş, et kokusu almış tazı gibi tüm ekipmanlarını ve arkadaşlarını toplayıp gelmişti. Beni de aralarına almaları, denizdeki canlılarla ilgili abuk sabuk konuşmalara ortak etmeleri için inanılmaz bir istek duyuyordum. Bu yüzden ilgisiz bir edayla “Neymiş ki o ısıran şeyler?” dedim. Sesimin, rastlantı eseri kulak misafiri olmuş, yanıtla o kadar da ilgilenmeyen birisi olduğumu fısıldar bir tonda olmasına özen gösterdim. Yanıtları, anneleri yaşındaki ilgisiz bir kadına verilecek şekilde kısa ve kuruydu: “Kırmızı, uzun yaratıklar işte.” Taktik değiştirdim. İlgilerini çekmenin yolu bilgili olduğumu sanmalarından geçiyordu. “Uçlarında vantuz olanlardan mı?”  Ne söylediğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Ama yeme geldiler. Uzunca bir zaman deniz gözlüğünün içine alıp incelediğimiz suda, dünyanın en ilginç yaratıklarından birinin izini aradık. Bu, bir parmak boyunda, kırmızı, ince, benim kattığım bilgi ile birlikte vantuzlu, tene değince yakan bir canlıydı. Gözleri var mıydı? Onlar görmez koku alırlardı. Oğlum, denizin içinde kokuyu nasıl alsınlardı. E köpek balıkları nasıl kan kokusuna geliyordu o zaman. Ha, bunlar da öyleydi yani. Acaba kan emiyorlar mıydı?

Bir saat arandık durduk. ‘14 Yaş’ın asıl ilgisi bu ince ve uzun canlıların içine kaçma olasılığıydı. Aklımın ucuna hızla gelen yorumları durdurdum. Dur. Biz durmadık. En sonunda bulabildiğimiz ince, uzun, beyaz ve vantuzsuz canlılardı. Denizin yüzeyi bunlarla doluydu. Kim bilir kaç tanesini yutmuş olmalıydık. Acaba midede yaşarlar mıydı? Olur mu oğlum, ölürlerdi. Belli mi olurdu. Kendime arkadaş grubu bulmuş olmanın mutluluğu içindeydim. Benim yaşımdakiler saçmalamayı bırakmıştı. Ertesi gün “Ben seni geçerim ki!” dedim. “Sahile kadar.” dedi. “Tamam.” dedim.  Kazandığı kolayı içerken bir dudağı kıvrık, gülümsüyordu. Ağzı dolu olmasa tekrar hıhlayacağından adım kadar emindim.

24 Haziran 2012 Pazar

MARINA ABRAMOVIC: Sanatçı Aramızda


          “Bir belgesele biletim var, gelmek ister misin?” diyen birine verilecek en doğru yanıt sayesinde tanıştım Marina Abramovic’le. Tanışmak kelimesini kullanmam yanlışlıktan değil. Bir perdeye yansıtılmış iki boyutlu görüntüler seyredeceğimi sanırken kendimi canlı bir performansın tam içinde buldum sanki. “Acaba sıkılır mıyız?” sorularıyla girdiğimiz sinemadan, uzun sürecek bir suskunluk içinde çıktık. Söze dökmek bazen bozmak demek. Bozmak istemedik. Belki ben de bu yüzden o kadar düşünmeme rağmen bu belgesel üstüne yazamadım bir türlü. 

Sanatçı Aramızda.
Marina Abramovic bir performans sanatçısı ve bunu bedenini kullanarak yapıyor. Yüzlerce film, kitap, düşünce, resim arasında onun son performansını, benim için bu kadar etkileyeci yapan şeyi düşündüğümde içimi bir huzur ve güven kaplıyor. Çünkü Marina Abramovic sadece bakarak yapıyor bunu. O kadar basit, o kadar güzel. New York MoMA’daki (Modern Sanatlar Müzesi) bu performansta sanatçı, üç ay boyunca, haftanın altı günü, bir sandalyenin üstünde oturarak karşısındaki kişiye bakıyor. Bu anlamda performansın ismi çok anlamlı: ‘Sanatçı Aramızda’ ya da ‘Sanatçı Burada’ şeklinde çevrilebilecek ‘The Artist is Present’, Marina’nın -şimdi ve burada- var olduğunu söylüyor. Bunun ne demek olduğunu, belgeseli seyrederken anlıyorsunuz. Bir insanın tüm varlığı ile orada olmasını izlemek, mekanın ve zamanın sınırlılıklarını yok ediyor. Sanki onun karşısındaki sandalyede siz oturuyorsunuz. Bedenin gösterilmek için adeta yabancı bir nesne gibi taşındığı bir yüzyılda, kendi bedenini sizinki ile temas etmek için kullanıyor ve sizinle buluşuyor. 

Başka birinin kendini bu kadar açık bir şekilde ortaya koyması öyle özel bir deneyim ki yüzlerce insan Marina’nın karşısında oturabilmek için günlerce kuyrukta bekliyor. Belgeselde bu kişilerle yapılmış röportajlar da var. Fakat benim için filmin en güzel anları iki kişinin susup birbirine baktığı anlardı. Kelimeler yok, sorular, sorgular, anlamlar,  bilgiler yok, bizi kendimizle yaşadığımız deneyimden uzaklaştırıp kaçmamızı sağlayan sözüm ona ayağı yere basan hiçbir şey yok. "Ben buradayım." diyen biri var. Ve bu çok güzel. İşte belki de tam bu yüzden Marina’nın karşısındaki kişiler, onunla olduğu kadar kendi duygularıyla da buluşuyorlar. Ötekinin kucaklayan varlığı, dış dünyada yer bulamadığı için içeride saklanan duyguların ortaya çıkması için güvenli bir alan sağlıyor. 

1975 yılındaki bir performansı: "Sanat güzel olmalıdır. Sanatçı güzel olmalıdır."

Aslında bu yazıya başlarken Marina Abramovic hakkında edindiğim bilgileri iletmek, belgeselin içindeki diğer çalışmaları anlatmak, bütün bunları biraz olsun yorumlamak niyetindeydim. Fakat bazen duyguyu açıklamalardan uzak, yalnız başına bırakmak daha anlamlı. Eğer seyretme imkanınız olursa, zaten merak içinde bu kadın kimmiş diye araştırıp, yaşanan deneyimi hizaya sokmaya çalışacağınızdan eminim. Çünkü bu hayata adapte olmuş herkes, belirsiz ve kontrol dışı o karanlık tarafa ilgi duysa da bildiği ve açıklayabildiği bir dünya içinde yaşama gayreti içinde. Gittiğimiz yerlerden dönebilmek uğruna buna ihtiyaç duyduğumuz için kim suçlayabilir bizi. Eğer siz de biraz olsun o bilinmez taraflara temas etme hevesindeyseniz, bu belgesel güzel bir seçim.

Marina, 12 yıl boyunca bir çok performansa imza attığı eski sevgilisi Ulay ile. İkilinin son performansı, Çin Seddi'nin iki ucundan birbirlerine doğru yürümek olmuş. Üç ayın sonunda buluşmuşlar.


3 Haziran 2012 Pazar

GEBE (bir)


             
            İlk gece uyuyamadım. Uzaktan, ne olduğunu çıkaramadığım hayvanların ulumaları geliyordu. Bir kurt sürüsü olduğunu düşündüm. Ama sanki bundan daha başka, daha korkunç bir şeyler oluyormuş duygusunu içimden atamıyordum. Burada hiçbir kadının ölmediğini biliyordum. Ölen erkekler olmuştu, çıldıran insanlar, korkunç kazalar... Ama hiçbir anne ölmemişti. Kendime sürekli bunu tekrarlıyordum. Ölmeyeceksin, ne olursa olsun ölmeyeceksin. 

            Saat beş gibi hava aydınlanmaya başladı. Sabahın olmasını dört gözle bekliyordum ama garip bir şekilde ne bir rahatlama ne de sevinç hissettim. İçimi tanımlayamadığım ama çok tanıdık gelen bir sıkıntı kapladı. Oda loş ve sessizdi. Kirli pencereden süzülen soluk ışık tahta masaya vuruyordu. Çok üşüyordum. Bir an uzandığım yerden hiç kalkamayacağımı, sonsuz bir şekilde bu cansız ışığa bakacağımı sandım. Sanki zaman da bu ışık gibi donmuştu. 

Üzerimde keçi kılından yapılma bir battaniye ve iki kat yorgan vardı. Dün kulübeye vardığımda, güneş batalı epey olmuştu. Yürümekten ayaklarım ağrıyor, açlıktan başım dönüyordu. Yola çıkarken yanıma küçük bir bohça vermişler, içindekilerin yarım günlük yol için yeterli olduğunu söylemişlerdi. Bir parça kuru ekmek, iki topak peynir, su ve ne için kullanacağımı anlattıkları bir iki merhem, sargı bezi. Gittiğim yerde erzağım olacaktı. Gece, geriye kalan peyniri ağzıma attıktan sonra, giysilerimi bile çıkarmadan yorganların altına girmiş ve sabaha kadar gözümü kırpmadan yatmıştım. Şimdi o kadar halsiz hissediyordum ki kalkıp yürümek imkansız gözüküyordu. 

Önce kolumu çıkardım yorgandan dışarı. Her zaman öyle yaparım. Ellerimle denerim, gözlerim. Sonra bir bacağımı sarkıttım. Her yanım tutulmuş. Zorlanarak da olsa kalktım, gerindim, her sabah yaptığım gibi karnımın ne kadar büyüdüğünü anlamaya çalıştım. Odada dolaştım, masaya vuran ışığa dokundum. Her yer soğuk. Isınmam lazım.

            Üstüme kalın yünlerden örülmüş gri bir şal attım ve dışarı çıktım. Soğuk iliklerime işlemişti. Ellerimi ve ayaklarımı hissedemez durumdaydım. Bu bana tuhaf bir sevinç verdi. Odun kırmak için baltayı aramaya başladım. Her şey ince bir buz tabakasıyla kaplanmıştı. Elimi dokundurunca değişik şekillerde kırılıyorlardı. Büyülenmiş gibiydim. Her geçen dakika canlandığımı hissediyordum. Birkaç odunu ince parçalara ayırıp içeri girdim. Ateş yakmayı çok gençken öğrenmiştim. Aşıktım. İnce elleri ile odunları kırmasını, üst üste yerleştirmesini, alttan çıraları tutuşturmasını seyrederdim. O ise bunun nasıl yapılacağını sakin sakin anlatırdı. Sevecen olduğu nadir zamanlardandı bu. Susardım. Keşke her zaman böyle olsa derdim. O zaman ne kadar çok sevebilirdim onu. Oysa sadece aşıktım. Şimdi hepsi geçmişte kaldı. O ve diğer adamlar... 

            Ateş güçlendi. Birazdan kontrole gelirler, acele etmem lazım. İnce bir defter ve iki kurşun kalemi yatak niyetine koydukları rahatsız şiltenin altına saklıyorum. Yazmak ve hatırlamak yasak burada. Yakalanırsam ne yapacaklarını bilmiyorum. Yola çıkmadan bütün kuralları anlattı yaşlı kadın ama cezalardan bahsetmedi. Bu yüzden daha çok korkuyorum. Bahçeden gelen seslerle kendime geliyorum. Kapı itilerek açılıyor.