14 yaşlarında gözüküyordu. Ağzının kenarındaki
hareketlenme, her şeyi bilir ve hiçbir
şeyi takmaz havası vermeye yarayan o ergen gülümsemesinin her an ortaya
çıkabileceğinin göstergesiydi. (Bu gülümseme tarzında, dudakların bir tarafı
hiçbir şey olmuyormuş gibi sabit dururken, diğer taraf bilgiççe aşağı doğru
kıvrılır ve ağızdan ‘hıh’ eşliğinde nefes verilir.) Etraf aile babası ve anne
kaynıyordu. Biraz sıkılmıştım. Bacaklarımı dubadan aşağıya sarkıttım. Kadınlar
öyle oturmuyordu. Aldırmadım. Sıkılmak geçmiş günlerdeki isyanımı beklediği
yerden çıkarmış, tatil beni ruhsal olarak çok gerilere götürmüştü. “Ben seni geçerim
ki!” dedim. “Hıh” dedi.
Bu ‘14 Yaş’ ile ilk karşılaşmam değildi. Denizin en dalgalı ve dolayısıyla tenha zamanlarında, kendimizi suya atıyor ve uzun bir mücadelenin sonunda dubaya ulaşıyorduk. Ben bacaklarımı suya sarkıtıp bir sandalda mahsur kalmış ihtiyar balıkçı olduğumu hayal ederek ufka bakarken, o kendini oradan oraya atarak zıplıyordu. Tuhaf bir filmin içinde gibiydik. Ve bu bana hiç tuhaf gelmiyordu. Onun dalgalardan daha güçlü olma ve dubayı ters yönde sallama arzusu, benim ihtiyar balıkçı olma hayalim kadar normaldi. Karadayken birbirimizi tanımıyor gibi yapıyorduk. Dubada ise yokmuş gibi. Bu böyle devam edebilirdi. Ben halimden memnumdum. Garip insanların yanında kendimi rahat hissederim. Kimsenin kimseye diyecek bir lafı olmaz.
Sonra denizi ısırgan canlılar sardı. ‘14 Yaş’, macera
ihtimalini sezmiş, et kokusu almış tazı gibi tüm ekipmanlarını ve arkadaşlarını
toplayıp gelmişti. Beni de aralarına almaları, denizdeki canlılarla ilgili abuk
sabuk konuşmalara ortak etmeleri için inanılmaz bir istek duyuyordum. Bu yüzden
ilgisiz bir edayla “Neymiş ki o ısıran şeyler?” dedim. Sesimin, rastlantı
eseri kulak misafiri olmuş, yanıtla o kadar da ilgilenmeyen birisi olduğumu
fısıldar bir tonda olmasına özen gösterdim. Yanıtları, anneleri yaşındaki
ilgisiz bir kadına verilecek şekilde kısa ve kuruydu: “Kırmızı, uzun yaratıklar
işte.” Taktik değiştirdim. İlgilerini çekmenin yolu bilgili olduğumu
sanmalarından geçiyordu. “Uçlarında vantuz olanlardan mı?” Ne söylediğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu.
Ama yeme geldiler. Uzunca bir zaman deniz gözlüğünün içine alıp incelediğimiz
suda, dünyanın en ilginç yaratıklarından birinin izini aradık. Bu, bir parmak
boyunda, kırmızı, ince, benim kattığım bilgi ile birlikte vantuzlu, tene
değince yakan bir canlıydı. Gözleri var mıydı? Onlar görmez koku alırlardı.
Oğlum, denizin içinde kokuyu nasıl alsınlardı. E köpek balıkları nasıl kan
kokusuna geliyordu o zaman. Ha, bunlar da öyleydi yani. Acaba kan emiyorlar
mıydı?
Bir saat arandık durduk. ‘14 Yaş’ın asıl ilgisi bu ince ve
uzun canlıların içine kaçma olasılığıydı. Aklımın ucuna hızla gelen yorumları
durdurdum. Dur. Biz durmadık. En sonunda bulabildiğimiz ince, uzun, beyaz ve
vantuzsuz canlılardı. Denizin yüzeyi bunlarla doluydu. Kim bilir kaç tanesini
yutmuş olmalıydık. Acaba midede yaşarlar mıydı? Olur mu oğlum, ölürlerdi. Belli
mi olurdu. Kendime arkadaş grubu bulmuş olmanın mutluluğu içindeydim. Benim
yaşımdakiler saçmalamayı bırakmıştı. Ertesi gün “Ben seni geçerim ki!” dedim. “Sahile
kadar.” dedi. “Tamam.” dedim. Kazandığı
kolayı içerken bir dudağı kıvrık, gülümsüyordu. Ağzı dolu olmasa tekrar
hıhlayacağından adım kadar emindim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder