Okuduğum romanlar içinde, aşkın en güzel anlatıldığını
düşündüğüm pasaj Kara Kitap’tadır. Bir kadının ufacık ayrıntılarda nasıl fark
edildiğini, canlandığını, var olduğunu hissederim bu anlatımda. Sadece kadın
değil, kadının nesnelerle kurduğu ilişki ve bir süre sonra bu nesnelerin
kendisi de büyük bir evren yaratır aşığın gözünde. Roman işte bu evrenin
kapılarını açar bize. Fakat oraya girebilmek için önce kendi hatıralarımıza
temas etmeyi göze almak gerekir. Masumiyet Müzesi’ndeki aşkın, Kara Kitap’ta
başladığını düşündüm okurken. Oradaki sevme biçimi, yeni romanın belkemiğini
oluşturmuş, aşığın iç dünyasının bir metaforunu yaratmıştı sanki.
Ama ben
tersten başladım okumaya. Her kitap zamanını bekler, iyi ki de öyle yapar.
Masumiyet Müzesi de uzunca bir zaman bekledi kitaplığımda. Şeylerin
Masumiyeti’ni okuyana kadar. Sonrasını kana kana içmeye benzetebilirim ancak.
Hangi kitabın önce okunması gerektiği sorusunun bir yanıtı olduğunu sanmıyorum.
Yazar da bu iki eserin birbirlerinden bağımsız bir varlığa sahip olduklarını fakat anlattıkları
konular ile bağlandıklarını söyler zaten. Benim açımdan bu sıralama çok
güzeldi. Belki bunda, terk edilmiş evleri ve bu evlerin tozlu camlarından
gördüğüm eşyalar üzerine hayal kurmayı sevmemin bir etkisi vardır. Rengi solmuş
vişneçürüğü bir berjeri, ayağı kırık sehpanın üzerinde duran sürahiyi, eprimiş
perdeleri, oraya buraya atılmış yırtık kıyafetleri seyreder, bu nesneleri
kullanmış insanların nasıl kişiler olduklarını düşündüğüm gibi, aynı zamanda şu
anda ne yaptıklarını, geride bıraktıkları şeyleri özleyip özlemediklerini de
bilmeye çalışırım. Bir zamanlar kim bilir hangi dükkandan nasıl duygularla
alınmış, yıllarca kullanılmış bu eşyalar içimde bir hüzün yaratır çoğunlukla. Sanki
onlar üzerine düşünmek, hikayeler kurmak, bir suçluluğu gidermenin, onlara yapılmış
haksızlığı düzeltmenin yolu gibidir. Şeylerin Masumiyeti’ni okurken, bir zaman
parçasının tanığı olan nesnelerin terk edilmediğini, tam tersine saygıyla, merakla,
aşkla toplandığını görmek, geçmişimin kaybolduğunu sandığım nesneleriyle temas
etmenin de müjdesini veriyordu belki. Bir başkasının hikayesi, korkmadan
kendimize gömülmemizin en kolay ve keyifli yolu değil midir çoğu zaman?
Masumiyet Müzesi’nde, Kemal’in
Füsun’a duyduğu aşkın, kendine has diliyle yeni bir dünya oluşturmasını okurken,
Şeylerin Masumiyeti’nde, bir aşkı dillendiren yazarın, Kemal’in dünyasına ortak
olmasının, aşığın arzusunu yerine getirmesinin macerasını izleriz bir anlamda. Yazarın
kendi var oluşunu bu kadar içtenlikle ortaya koyması, belki en çok çocuklukta
hissedilip unutulan ve her şeyin mümkün olabileceği bir hayata dair umut
yaratır. Yetişkin dünyası, çocuksu umutların kırılgan ve hayalperest yapısına
tahammül edemediğinden, önce gizlenmesi gerekir düşüncenin. Yazar müzede
sergilediği eşyaları toplarken kendisine soru yöneltenlere, nedense o fincanı
ya da bu bibloyu çok sevdiğini söyler de bir müze kurmak istediğini ve bu
nedenle eşyalar topladığını saklar. Saklamak korumaktır da çoğu zaman. Kitapta
aktarıldığı gibi, başkalarını hayallere ortak etme ve inandırma çabası içine
girmek, yaratıcının omuzlarına büyük bir yük bindirir çünkü.
Şeylerin Masumiyeti’nde, yazarın
içinde yaşadığı gelgitleri, çekinceleri, korkuları dinler, gezdiği sokaklarda
ona eşlik eder, belki çoktan ölmüş olan insanların yüzlerinde anlamlar arar ve
tam da istediği gibi bir parça bulduğunda onunla birlikte sevinirken, başlangıçta
çok büyük ve belki imkansız gibi görünen bir hayalin adım adım gerçekleşmesinin
de hazzını tadarız. Bilmenin ve tanımlamanın gereğinden fazla önemsendiği bir
dünyada, belirsiz bir arzunun peşinden giden birinin hikayesini okumak, kendi
tuhaflıklarımızı sevebilme ve onlara sahip çıkma gücü verdiği gibi, bir çeşit
yandaşlık duygusu da yaratır. Anlamın salt düşünceden değil, daha derinden, iç
dünyanın arzuları, korkuları, çatışmalarından gelmesi ve geçmişle güçlü bir
bağının olması, bir türlü tanımlayamadığımız duygularımızı affetmemizi ve
sahiplenmemizi sağlar. İnsani olanı anlamanın yolu tanımlayıp unutmaktan değil,
ortaya serip hatırlamaktan geçer ve işte tam da bu deneyim, başka insanlarla
aramızda bir yakınlık ve birlik duygusu oluşturur.
Belki yazarın, kahramanın peşi
sıra dünya üzerindeki diğer küçük ve kişisel müzeleri gezmesi, hayalindeki müze
için bilgi toplamasının yanı sıra, bu yakınlık ve yandaşlık duygusunun vereceği
güce ve desteğe ihtiyaç duymasındandır. Bir insanın anlaşılma arzusu ile
kendini dünyaya açmasındaki cesaret, diğerinin umudu olabilir. Birini anlama
gayreti gösterdiğimizde, gün gelip başka birisinin de bizi anlamaya çalışacağına
inanabiliriz ancak. Derinliklerimizde karşılaşacağımız duygularla ve
yalnızlıkla başa çıkabilmek için, ötekinin varlığına ve tanıklığına ihtiyaç
duymak, zayıflığımızdan değil, insan oluşumuzdan gelir. Kendi kendimize
konuştuğumuzda, bir hayal kurduğumuzda, hiç kimsenin okumayacağını bildiğimiz
bir şey yazdığımızda bile, hep bir başkasına seslenmez miyiz?
Yazar, Masumiyet
Müzesi’nde Kemal’in ağzından biz okuyuculara seslenirken, kendisini de kurgunun
bir parçası haline getirerek hayal ile gerçeği birbirine bağladığı gibi, aynı
zamanda okuyucuyu da romanın kahramanlarına ve yazara yakınlaştırır. Yazarın
düşlediği kahramanlarla kurduğu bu ilişki, okuyucunun da roman ile kuracağı
ilişkinin, zaman, mekan ve mantık sınırlarının ötesine taşınmasını
kolaylaştırır. Aynı anda hem hayal edilmiş bir hikayeyi okuduğumuzu bilir,
fakat onun gerçekliği karşısında şaşalayarak, kitabın içindeki dünyaya ait
olduğumuz yanılsamasına kapılır, hem de kitaptaki hayali kahramanların dışarıda
bir yerde yaşamış olduklarını, Nişantaşı’na çıksak Füsun’dan bir iz
bulabilirmişiz ya da onun yürüdüğü yollarda yürürmüşüz gibi canlılıkla
hissederiz. Neyin gerçek neyin kurgu olduğunun karışması, düşlerimizin, bu da
gizli kalmış arzu ve korkularımızın kapılarını açar bize.
Şeylerin Masumiyeti şu cümlelerle
biter: “Müzedeki masama oturup defterime notlar alırken, yapmakta olduğum şeyin
anlamını bir kere daha sorardım kendime............En iyi cevabın eski
masallardaki, Binbir Gece’deki gibi bir açıklama olduğunu düşünüyorum şimdi.
İçime bir cin girmiş ve bu müzeyi bana neredeyse zorla yaptırmıştı. Lambadan
cin çıkınca telaşlanan Alaaddin’in aksine, karşıma çıkan şey beni mutlu
ettiğine göre talihime şükretmeliyim.” Masumiyet Müzesi’nde de, hikayesini
yazması için yazarı seçen kişi, Alaaddin’in cini kadar hayali olan Kemal’den
başkası değildir.
Romanın sonunda Kemal çok mutlu
olduğunun bilinmesi için yazardan söz alırken, Şeylerin Masumiyeti de benzer
şekilde, yazarın mutlu olduğunu okuyucuya fısıldaması ile biter. Son sözlere
noktayı koyan ise bir alıntıdır. Yalnızca kendisi olabilmek için bütün
eşyalarını atan ve sonunda onlar olmadan hayatın ve kendisinin anlamı
olmadığını fark eden şehzadenin hikayesi, alçakgönüllülükle öğrenmemiz gereken
sırrı bizimle paylaşır: “Kalbimiz kırılmadan şeylerin sırrını anlamamıza imkan
yoktur.” Kayıp, bizi sadece yoğun bir keder duygusu ile değil, aynı zamanda
fark etmeden kurduğumuz bağları hatırlatması nedeniyle mutlulukla da doldurur. Ve
belki bundan daha anlamlı bir şey yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder