13 Temmuz 2012 Cuma

ORHAN PAMUK VE MASUMİYET MÜZESİ / ŞEYLERİN MASUMİYETİ


 Okuduğum romanlar içinde, aşkın en güzel anlatıldığını düşündüğüm pasaj Kara Kitap’tadır. Bir kadının ufacık ayrıntılarda nasıl fark edildiğini, canlandığını, var olduğunu hissederim bu anlatımda. Sadece kadın değil, kadının nesnelerle kurduğu ilişki ve bir süre sonra bu nesnelerin kendisi de büyük bir evren yaratır aşığın gözünde. Roman işte bu evrenin kapılarını açar bize. Fakat oraya girebilmek için önce kendi hatıralarımıza temas etmeyi göze almak gerekir. Masumiyet Müzesi’ndeki aşkın, Kara Kitap’ta başladığını düşündüm okurken. Oradaki sevme biçimi, yeni romanın belkemiğini oluşturmuş, aşığın iç dünyasının bir metaforunu yaratmıştı sanki.

            Ama ben tersten başladım okumaya. Her kitap zamanını bekler, iyi ki de öyle yapar. Masumiyet Müzesi de uzunca bir zaman bekledi kitaplığımda. Şeylerin Masumiyeti’ni okuyana kadar. Sonrasını kana kana içmeye benzetebilirim ancak. Hangi kitabın önce okunması gerektiği sorusunun bir yanıtı olduğunu sanmıyorum. Yazar da bu iki eserin birbirlerinden bağımsız bir varlığa sahip olduklarını fakat anlattıkları konular ile bağlandıklarını söyler zaten. Benim açımdan bu sıralama çok güzeldi. Belki bunda, terk edilmiş evleri ve bu evlerin tozlu camlarından gördüğüm eşyalar üzerine hayal kurmayı sevmemin bir etkisi vardır. Rengi solmuş vişneçürüğü bir berjeri, ayağı kırık sehpanın üzerinde duran sürahiyi, eprimiş perdeleri, oraya buraya atılmış yırtık kıyafetleri seyreder, bu nesneleri kullanmış insanların nasıl kişiler olduklarını düşündüğüm gibi, aynı zamanda şu anda ne yaptıklarını, geride bıraktıkları şeyleri özleyip özlemediklerini de bilmeye çalışırım. Bir zamanlar kim bilir hangi dükkandan nasıl duygularla alınmış, yıllarca kullanılmış bu eşyalar içimde bir hüzün yaratır çoğunlukla. Sanki onlar üzerine düşünmek, hikayeler kurmak, bir suçluluğu gidermenin, onlara yapılmış haksızlığı düzeltmenin yolu gibidir. Şeylerin Masumiyeti’ni okurken, bir zaman parçasının tanığı olan nesnelerin terk edilmediğini, tam tersine saygıyla, merakla, aşkla toplandığını görmek, geçmişimin kaybolduğunu sandığım nesneleriyle temas etmenin de müjdesini veriyordu belki. Bir başkasının hikayesi, korkmadan kendimize gömülmemizin en kolay ve keyifli yolu değil midir çoğu zaman?

 

Masumiyet Müzesi’nde, Kemal’in Füsun’a duyduğu aşkın, kendine has diliyle yeni bir dünya oluşturmasını okurken, Şeylerin Masumiyeti’nde, bir aşkı dillendiren yazarın, Kemal’in dünyasına ortak olmasının, aşığın arzusunu yerine getirmesinin macerasını izleriz bir anlamda. Yazarın kendi var oluşunu bu kadar içtenlikle ortaya koyması, belki en çok çocuklukta hissedilip unutulan ve her şeyin mümkün olabileceği bir hayata dair umut yaratır. Yetişkin dünyası, çocuksu umutların kırılgan ve hayalperest yapısına tahammül edemediğinden, önce gizlenmesi gerekir düşüncenin. Yazar müzede sergilediği eşyaları toplarken kendisine soru yöneltenlere, nedense o fincanı ya da bu bibloyu çok sevdiğini söyler de bir müze kurmak istediğini ve bu nedenle eşyalar topladığını saklar. Saklamak korumaktır da çoğu zaman. Kitapta aktarıldığı gibi, başkalarını hayallere ortak etme ve inandırma çabası içine girmek, yaratıcının omuzlarına büyük bir yük bindirir çünkü.

Şeylerin Masumiyeti’nde, yazarın içinde yaşadığı gelgitleri, çekinceleri, korkuları dinler, gezdiği sokaklarda ona eşlik eder, belki çoktan ölmüş olan insanların yüzlerinde anlamlar arar ve tam da istediği gibi bir parça bulduğunda onunla birlikte sevinirken, başlangıçta çok büyük ve belki imkansız gibi görünen bir hayalin adım adım gerçekleşmesinin de hazzını tadarız. Bilmenin ve tanımlamanın gereğinden fazla önemsendiği bir dünyada, belirsiz bir arzunun peşinden giden birinin hikayesini okumak, kendi tuhaflıklarımızı sevebilme ve onlara sahip çıkma gücü verdiği gibi, bir çeşit yandaşlık duygusu da yaratır. Anlamın salt düşünceden değil, daha derinden, iç dünyanın arzuları, korkuları, çatışmalarından gelmesi ve geçmişle güçlü bir bağının olması, bir türlü tanımlayamadığımız duygularımızı affetmemizi ve sahiplenmemizi sağlar. İnsani olanı anlamanın yolu tanımlayıp unutmaktan değil, ortaya serip hatırlamaktan geçer ve işte tam da bu deneyim, başka insanlarla aramızda bir yakınlık ve birlik duygusu oluşturur. 

Belki yazarın, kahramanın peşi sıra dünya üzerindeki diğer küçük ve kişisel müzeleri gezmesi, hayalindeki müze için bilgi toplamasının yanı sıra, bu yakınlık ve yandaşlık duygusunun vereceği güce ve desteğe ihtiyaç duymasındandır. Bir insanın anlaşılma arzusu ile kendini dünyaya açmasındaki cesaret, diğerinin umudu olabilir. Birini anlama gayreti gösterdiğimizde, gün gelip başka birisinin de bizi anlamaya çalışacağına inanabiliriz ancak. Derinliklerimizde karşılaşacağımız duygularla ve yalnızlıkla başa çıkabilmek için, ötekinin varlığına ve tanıklığına ihtiyaç duymak, zayıflığımızdan değil, insan oluşumuzdan gelir. Kendi kendimize konuştuğumuzda, bir hayal kurduğumuzda, hiç kimsenin okumayacağını bildiğimiz bir şey yazdığımızda bile, hep bir başkasına seslenmez miyiz? 

         Yazar, Masumiyet Müzesi’nde Kemal’in ağzından biz okuyuculara seslenirken, kendisini de kurgunun bir parçası haline getirerek hayal ile gerçeği birbirine bağladığı gibi, aynı zamanda okuyucuyu da romanın kahramanlarına ve yazara yakınlaştırır. Yazarın düşlediği kahramanlarla kurduğu bu ilişki, okuyucunun da roman ile kuracağı ilişkinin, zaman, mekan ve mantık sınırlarının ötesine taşınmasını kolaylaştırır. Aynı anda hem hayal edilmiş bir hikayeyi okuduğumuzu bilir, fakat onun gerçekliği karşısında şaşalayarak, kitabın içindeki dünyaya ait olduğumuz yanılsamasına kapılır, hem de kitaptaki hayali kahramanların dışarıda bir yerde yaşamış olduklarını, Nişantaşı’na çıksak Füsun’dan bir iz bulabilirmişiz ya da onun yürüdüğü yollarda yürürmüşüz gibi canlılıkla hissederiz. Neyin gerçek neyin kurgu olduğunun karışması, düşlerimizin, bu da gizli kalmış arzu ve korkularımızın kapılarını açar bize. 

 Şeylerin Masumiyeti şu cümlelerle biter: “Müzedeki masama oturup defterime notlar alırken, yapmakta olduğum şeyin anlamını bir kere daha sorardım kendime............En iyi cevabın eski masallardaki, Binbir Gece’deki gibi bir açıklama olduğunu düşünüyorum şimdi. İçime bir cin girmiş ve bu müzeyi bana neredeyse zorla yaptırmıştı. Lambadan cin çıkınca telaşlanan Alaaddin’in aksine, karşıma çıkan şey beni mutlu ettiğine göre talihime şükretmeliyim.” Masumiyet Müzesi’nde de, hikayesini yazması için yazarı seçen kişi, Alaaddin’in cini kadar hayali olan Kemal’den başkası değildir. 

Romanın sonunda Kemal çok mutlu olduğunun bilinmesi için yazardan söz alırken, Şeylerin Masumiyeti de benzer şekilde, yazarın mutlu olduğunu okuyucuya fısıldaması ile biter. Son sözlere noktayı koyan ise bir alıntıdır. Yalnızca kendisi olabilmek için bütün eşyalarını atan ve sonunda onlar olmadan hayatın ve kendisinin anlamı olmadığını fark eden şehzadenin hikayesi, alçakgönüllülükle öğrenmemiz gereken sırrı bizimle paylaşır: “Kalbimiz kırılmadan şeylerin sırrını anlamamıza imkan yoktur.” Kayıp, bizi sadece yoğun bir keder duygusu ile değil, aynı zamanda fark etmeden kurduğumuz bağları hatırlatması nedeniyle mutlulukla da doldurur. Ve belki bundan daha anlamlı bir şey yoktur.


                                                                                   



Hiç yorum yok: