12 Ağustos 2012 Pazar

Bir Yazar Gömdü..


Bu benim sesim değil kesinlikle onun sesi kalın erkek. Ben böyle demem oder. Oder önemli bir kooperatiftenbozmadernek ismine benziyor bir yerlerde mutlaka kullanmalı ama ben politik olamıyorum ki üzerimden kayıyor bu elbise tutamıyorum çok korkuyorum. İçime hangi yazar kaçtı bilmiyorum. Hayır dedim sana işte duymuyorsun ben böyle yazmam ama o kadar güzel ki aynı yokuş aşağı bisikletle freni kopuk gitmek gibi. Burgaz’ın sırtlarında yeşil mavi atlar koşuyor rüzgarın dili saçlarımda. Evet dinle beni bak bu nefis birşey çünkü dedim ya ben hep tartarım bu yüzden tartartartar bitmez kafamdaki ses konuşur durur ben onu dinlemekten üzülürüm hep. Susarım küserim arkamı dönerim. Kötü günler geçiriyor, içinde bulunduğum ruh durumundan çıkmak için kendimi adanın sırtlarına atıp, yalnız başıma yürüyüşlere çıkıyordum. İşte bu yürüyüşlerin birinde tanıdım onu. Elindeki küçük sepeti böğürtlenler ve kocayemişlerle doldurmuş, yapacağı pastanın altına dizmek üzere zehirli mantarlar topluyordu. Geldiğimi fark etmedi, ne o gün ne de daha sonra. Ertesi gün onunkinden daha küçük bir sepetle yola çıktığımda aklımda hiçbir şey yoktu. Peşi sıra yürüyor, o sepetine ne atıyorsa ben de aynısından topluyordum. Bir süre sonra başka meyveler bulabileceğim yerler keşfetmek üzere ayrılmaya başladım yanından. Beni fark etmiyordu ama yine de buna kızmasından korkuyordum. Fakat korkum merakıma yenik düşüyor çalılıkların içinde kendimi kaybederek saatler içiyor, bir damla saniye için yanıma gelen kirpileri cimrilikle kovalıyordum. Hayır birden geldi yine nereden çıktı belli değil kapladı ele geçirdi. Sesi kulaklarıma yapışmış çıkmıyor. Dezenfektan diye bağırıyorum. Olmaz olmaz bunları yazmak anlamsız gülleri soyan adamı çağırıyorum ama o çok uzaklarda şimdi. O da sever belki sevmez mi sever ama başka türlü sever. Tanrı onu görür çünkü beni görmez ama ben tanrıyı görürüm o bunu bilmez. Görmesem de bilmese de o tanrı kimin tanrısı diye sorar sorar dururum. Koro başlar bağırmaya. O bizim tanrımız biz senin tanrınız onların hepsi tanrısız. Kendimi çimenlere attığım sıcak ve sıkıntılı günlerden biriydi. İlk önce yere eğilmiş karaltısını gördüm. Yabancı biri. Elleriyle toprağı eşeler gibiydi. Kiminle konuştuğunu anlamak için etrafa baktım. Bizden başka kimse yoktu. Hava kararmaya başlamıştı ve üç beş kocayemiş ve bir iki mantardan başka birşey toplayamamıştım . Bir an önce kalkmalıydım ama mıhlanmış gibi duruyor, kendimi bu tuhaf adamı seyretmekten alıkoyamıyordum. Genç olmalıydı. Ne yaptığını anlamak için biraz daha yakınına gittim. Hızla arkasını dönüp baktı sonra tekrar işe koyuldu. Gidip yanına oturdum. Elindeki kaşıkla toprağı kazıyor, çıkan şeylere bakıp yanyana diziyor ve bu sırada tam çıkaramadığım ama güzel gelen bir şeyler mırıldanıyordu. Arka cebinde bir kaşık daha olduğunu gördüm. Gördüğümü gördü ve bir şey söylemeden uzattı. Hemen yanına bir çukur kazmaya başladım. Onu seyrederken kolay bir işmiş gibi görünüyordu ama kısa sürede ellerim acımaya başladı. Tam sıkılmaya başlamıştım ki sırtı kürkle kaplı kalın bacakları sekiz bıçak yarası siyah bir böcek bağırmaya başladı: Dur be kadın bizi öldürmeye mi çalışıyorsun. Öldürürüm öldürmem sana mı soracağım sonuçta sen benim öykümün içindeki sıradan bir böceksin haddini bil. Sustu ki öyle bir sustu ellerimi nereye koyacağımı şaşırdım. Hani gidiyordun yokuş aşağı frensiz yeşil mavi atlar rüzgarlar saçların. Tanrılar ve koroları vardı şarkı söylerlerdi her şey güzeldi büyülü. Durdun kaldın şimdi öyle elinde bir kaşık toprak. Kimin üstüne atacaksın artık onu. Kendi üstüne at onu. Dur dedi adam. Dur ve ol dedi istediğin gibi ama hepsinden önce ol. İsteğinden önce benden önce yemişlerden önce ol. Ölürüm  de olamam dedim ağzından çıkanın farkında mısın sen. Hava kararmıştı. Ağaçların yapraklarından damlayan ayışığı ortalığı biraz olsun aydınlatıyor ve onu izlememi sağlıyordu. Açtığı çukur iyice büyümüş ve bir mezarı andırmaya başlamıştı. Gecenin ortasında, tanımadığım bir adamla mezar kazmanın yaratabileceği korkudan eser yoktu içimde. Kendimi hiç olmadığı kadar güvende hissediyordum. Birden omzumda sıcak bir el hissettim. Arkamı döndüğümde kimseler yoktu ortalıkta. Sonra yanımdaki büyük sepeti gördüm. İçi en irisinden böğürtlenler, kocayemişler ve zehirli mantarlarla doluydu. Hafif bir gül kokusu havayı yaladı geçti. Gitmişti. Acıkmıştım. Bir avuç böğürtlen alıp adama uzattım. Çekincesiz aldı. Onun teklifsizliği beni de rahatlatıyor, hareketlerime bir esneklik kazandırıyordu. Bir süre işe ara verip lezzetli ve sulu meyveleri paylaştık. Sıra mantarlara geldiği anda anlayıverdim ve aynı anda içimdeki tuhaf  ses sustu. İnsan birinin öldüğünü böyle anlıyor, ses kesilince. Ne bir hırıltı, ne aksırık, ne de nefes, şapırtı, çıtırtı, hışırtı olmuyor artık. Sadece upuzun bir soğukluk, kol boyu. Dizlerden aşağıya mor bir kıvrıklık. İnsan ölünce sanki biraz kuşa dönüşüyor ayakları. Hepsini hatırlıyorum ve elimdeki mantarlara bakıyorum. Daha önce tatmadığım bir karıncalanma, bileklerde bir uyuşukluk, hareket kaybı, bulanıklık. Beni seyrediyor. Tanığım olacak, anlıyor. Dönebilirsem eğer gittiğim yerlerden, beni karşılayacak olan sadece başka birinin sözcükleri olabilir. Uzaklaşırken bütün uğraşımın kelimelerden ip yapmak olduğunu anlıyorum. Şöyle kalın bir urgan, güçlü, kopmayacak bir bağ. Uykuya dalarken yeşil mavi atları düşlüyorum. Bir yerlerde bir yazar kağıda mavi yeşil atlar yazıyor, inanmak istiyorum. Ölümü kelimelerin altına gömüyor, rüyaya yatıyorum.



Hiç yorum yok: