Bir Yazar Gömdü..
Bu benim sesim değil kesinlikle
onun sesi kalın erkek. Ben böyle demem oder. Oder önemli bir kooperatiftenbozmadernek
ismine benziyor bir yerlerde mutlaka kullanmalı ama ben politik olamıyorum ki
üzerimden kayıyor bu elbise tutamıyorum çok korkuyorum. İçime hangi yazar kaçtı
bilmiyorum. Hayır dedim sana işte duymuyorsun ben böyle yazmam ama o kadar
güzel ki aynı yokuş aşağı bisikletle freni kopuk gitmek gibi. Burgaz’ın
sırtlarında yeşil mavi atlar koşuyor rüzgarın dili saçlarımda. Evet dinle beni
bak bu nefis birşey çünkü dedim ya ben hep tartarım bu yüzden tartartartar
bitmez kafamdaki ses konuşur durur ben onu dinlemekten üzülürüm hep. Susarım
küserim arkamı dönerim. Kötü günler geçiriyor,
içinde bulunduğum ruh durumundan çıkmak için kendimi adanın sırtlarına atıp, yalnız
başıma yürüyüşlere çıkıyordum. İşte bu yürüyüşlerin birinde tanıdım onu.
Elindeki küçük sepeti böğürtlenler ve kocayemişlerle doldurmuş, yapacağı
pastanın altına dizmek üzere zehirli mantarlar topluyordu. Geldiğimi fark
etmedi, ne o gün ne de daha sonra. Ertesi gün onunkinden daha küçük bir sepetle
yola çıktığımda aklımda hiçbir şey yoktu. Peşi sıra yürüyor, o sepetine ne
atıyorsa ben de aynısından topluyordum. Bir süre sonra başka meyveler
bulabileceğim yerler keşfetmek üzere ayrılmaya başladım yanından. Beni fark
etmiyordu ama yine de buna kızmasından korkuyordum. Fakat korkum merakıma yenik
düşüyor çalılıkların içinde kendimi kaybederek saatler içiyor, bir damla saniye
için yanıma gelen kirpileri cimrilikle kovalıyordum. Hayır birden geldi yine
nereden çıktı belli değil kapladı ele geçirdi. Sesi kulaklarıma yapışmış
çıkmıyor. Dezenfektan diye bağırıyorum. Olmaz olmaz bunları yazmak anlamsız
gülleri soyan adamı çağırıyorum ama o çok uzaklarda şimdi. O da sever belki
sevmez mi sever ama başka türlü sever. Tanrı onu görür çünkü beni görmez ama
ben tanrıyı görürüm o bunu bilmez. Görmesem de bilmese de o tanrı kimin tanrısı
diye sorar sorar dururum. Koro başlar bağırmaya. O bizim tanrımız biz senin
tanrınız onların hepsi tanrısız. Kendimi çimenlere attığım sıcak
ve sıkıntılı günlerden biriydi. İlk önce yere eğilmiş karaltısını gördüm.
Yabancı biri. Elleriyle toprağı eşeler gibiydi. Kiminle konuştuğunu anlamak
için etrafa baktım. Bizden başka kimse yoktu. Hava kararmaya başlamıştı ve üç
beş kocayemiş ve bir iki mantardan başka birşey toplayamamıştım . Bir an önce
kalkmalıydım ama mıhlanmış gibi duruyor, kendimi bu tuhaf adamı seyretmekten
alıkoyamıyordum. Genç olmalıydı. Ne yaptığını anlamak için biraz daha yakınına
gittim. Hızla arkasını dönüp baktı sonra tekrar işe koyuldu. Gidip yanına
oturdum. Elindeki kaşıkla toprağı kazıyor, çıkan şeylere bakıp yanyana diziyor
ve bu sırada tam çıkaramadığım ama güzel gelen bir şeyler mırıldanıyordu.
Arka cebinde bir kaşık daha olduğunu gördüm. Gördüğümü gördü ve bir şey
söylemeden uzattı. Hemen yanına bir çukur kazmaya başladım. Onu seyrederken
kolay bir işmiş gibi görünüyordu ama kısa sürede ellerim acımaya başladı. Tam sıkılmaya başlamıştım ki
sırtı kürkle kaplı kalın bacakları sekiz bıçak yarası siyah bir böcek bağırmaya
başladı: Dur be kadın bizi öldürmeye mi çalışıyorsun. Öldürürüm öldürmem sana
mı soracağım sonuçta sen benim öykümün içindeki sıradan bir böceksin haddini
bil. Sustu ki öyle bir sustu ellerimi nereye koyacağımı şaşırdım. Hani
gidiyordun yokuş aşağı frensiz yeşil mavi atlar rüzgarlar saçların. Tanrılar ve
koroları vardı şarkı söylerlerdi her şey güzeldi büyülü. Durdun kaldın şimdi
öyle elinde bir kaşık toprak. Kimin üstüne atacaksın artık onu. Kendi üstüne at
onu. Dur dedi adam. Dur ve ol dedi istediğin gibi ama hepsinden önce ol.
İsteğinden önce benden önce yemişlerden önce ol. Ölürüm de olamam dedim ağzından çıkanın farkında
mısın sen. Hava kararmıştı. Ağaçların
yapraklarından damlayan ayışığı ortalığı biraz olsun aydınlatıyor ve onu
izlememi sağlıyordu. Açtığı çukur iyice büyümüş ve bir mezarı andırmaya
başlamıştı. Gecenin ortasında, tanımadığım bir adamla mezar kazmanın yaratabileceği
korkudan eser yoktu içimde. Kendimi hiç olmadığı kadar güvende hissediyordum.
Birden omzumda sıcak bir el hissettim. Arkamı döndüğümde kimseler yoktu
ortalıkta. Sonra yanımdaki büyük sepeti gördüm. İçi en irisinden böğürtlenler,
kocayemişler ve zehirli mantarlarla doluydu. Hafif bir gül kokusu havayı yaladı
geçti. Gitmişti. Acıkmıştım. Bir avuç böğürtlen alıp adama uzattım. Çekincesiz
aldı. Onun teklifsizliği beni de rahatlatıyor, hareketlerime bir esneklik kazandırıyordu.
Bir süre işe ara verip lezzetli ve sulu meyveleri paylaştık. Sıra mantarlara
geldiği anda anlayıverdim ve aynı anda içimdeki tuhaf ses sustu. İnsan birinin öldüğünü böyle
anlıyor, ses kesilince. Ne bir hırıltı, ne aksırık, ne de nefes, şapırtı,
çıtırtı, hışırtı olmuyor artık. Sadece upuzun bir soğukluk, kol boyu. Dizlerden
aşağıya mor bir kıvrıklık. İnsan ölünce sanki biraz kuşa dönüşüyor ayakları.
Hepsini hatırlıyorum ve elimdeki mantarlara bakıyorum. Daha önce tatmadığım bir
karıncalanma, bileklerde bir uyuşukluk, hareket kaybı, bulanıklık. Beni seyrediyor.
Tanığım olacak, anlıyor. Dönebilirsem eğer gittiğim yerlerden, beni
karşılayacak olan sadece başka birinin sözcükleri olabilir. Uzaklaşırken bütün
uğraşımın kelimelerden ip yapmak olduğunu anlıyorum. Şöyle kalın bir urgan,
güçlü, kopmayacak bir bağ. Uykuya dalarken yeşil mavi atları düşlüyorum. Bir
yerlerde bir yazar kağıda mavi yeşil atlar yazıyor, inanmak istiyorum. Ölümü
kelimelerin altına gömüyor, rüyaya yatıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder