Dünyanın en büyük çöllerinden birinde, tuz taşıyan
kervanının başında, hırçın devesiyle tek vücut, gözlerini kısmış uçsuz bucaksız
kuma bakıyor. Yirmi gündür yoldalar. Yirmi yıldır. Yirmi yıl daha. Onunla benim
aramda ne var? Seninle benim aramda ne var?
Anneannem -ki dünyanın en iyi anneannesi olduğunu söyleyecek
değilim- derdi ki; insanları çok kızdırırsan dilini keser, yedi dağın en yükseğindeki
yedi kuyudan birinin içine atar, suya düşen dilini bulman için yedi deveyi
yanına verir, seni ömür boyu sürecek bir arayışa gönderirler. Günlerin geceye,
gecelerin yakıcı bir güneşe dönerken, bir zamanlar ormanın en şen kuşu gibi
rahatlıkla çıkardığın sesleri çıkarabilmek için, sarı sessizlikte yol alır,
acıların en fenasını çekersin. Gırtlağından çıkardığın sesleri, ölmekte olan
bir hayvanın son yakarışları olarak duyan leş yiyiciler etrafını sarar. Bir insanın
yalnızlığı kadar üzücü ne var bu hayatta? Hikayesini anlatamayan insan ne için
yaşar? Sen hangi hikayeyi anlatmak için yaşıyorsun?
Yola çıkmadan yedi gün bekledim. Ağaran güne, öldüren geceye
dualar ettim. Ağladım ağladım uyandım. Toprağın içinden geçip ölülerin mekanına
ulaştım da sofralarına ortak olup karnımı doyurdum. Dünyada korktuğum
iğrendiğim hiçbir şey kalmayana kadar iğrendim, korktum. Yedinci günün
sabahında, develerin en büyüğünün üstüne atladım ve küçük kervanımla yola
koyuldum. Geçtiğim ormanlar koyu, nehirler derin, dağlar yüksekti. Günler
günleri, aylar yılları kovaladı. Gün boyunca hiç durmadan yol alıyor, her gece
aynı ağacın altında konaklıyor, aynı rüyayı görüyor ve o lanetli kuyuya
yaklaştığımı hissediyordum.
Bir gün, yıllardır benimle birlikte yaprakların, göğün ve
güneşin altında hep uzaklara bakarak hiç durmadan yürüyen develerimden biri
öldü.
O an yaşlandım. Ellerim buruştu, kamburum çıktı, büzüldüm. İlk
kez yola çıkmadım. Ağacın altında durdum. Zaten olmuş olan oldu o an. Zaman
beni zalim kollarına arasına alıp derin bir uykuya saldı. Rüyamda yaşlı bir
kadın vardı. Büyük bir kazanda beyaz bir şey pişiriyordu. İyi miydi kötü müydü
anlayamadım. Bitip gideceğini, çoktan gittiğini, tutamayacağımı anladım.
Sözlerimin hepsini bir çuvala tıkıştırıp derin bir çukur kazdım. İnsan ölmeden
önce kelimelerini gömmeli. Toprağı düzeltip üstüne bir fidan diktim. Geri
geldiğimde fidan, her gece altında konakladığım o ulu ağaca dönüşmüştü. Kendimi
ağacın altında uyurken gördüm. Yıllardır süren bu bitmek bilmez yolculuğa
rağmen huzurlu görünüyordum. Kendimi sevdim. İçimi bir mutluluk kapladı. Bunu
kendime söylemek istedim. Konuşmaya çalıştım ve gırtlağımdan çıkan hırıltılarla
birden fark ettim. Dilim yoktu. Uyandım.
Deveyi gömmek için büyük bir çukur kazmam iki günümü aldı.
Gün ağarırken yola koyulmak üzere eşyalarımı topladım. Mezarın üzerinde toprağa
düşmüş tohumlar gördüm. Ağaca baktım.
Lodosla birlikte salınıyordu. Savrulup gitmemeleri için tohumların üstünü
toprakla örttüm. Hava ısınmaya başlıyordu. O an ne kadar üşümüş olduğumu fark
ettim ve güneşe rağmen bütün gün titredim.
Eve vardığım zaman gece olmak üzereydi. Anneannem ocakta süt
kaynatıyordu. Bir şey demedi. Masanın üstü yazıp yazıp karaladığım kağıtlarla
doluydu. Hepsini alıp bir çuvala doldurdum ve bahçedeki kör kuyunun içine
attım. Suya düşen çuvalın sesini bekledim. Gelmedi. Ayaz başlıyordu. İçerideki ocağın
başına oturdum. “Bir bardak süt verir misin torununa?” dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder