İlk gece uyuyamadım. Uzaktan, ne olduğunu çıkaramadığım hayvanların ulumaları geliyordu. Bir kurt sürüsü olduğunu düşündüm. Ama sanki bundan daha başka, daha korkunç bir şeyler oluyormuş duygusunu içimden atamıyordum. Burada hiçbir kadının ölmediğini biliyordum. Ölen erkekler olmuştu, çıldıran insanlar, korkunç kazalar... Ama hiçbir anne ölmemişti. Kendime sürekli bunu tekrarlıyordum. Ölmeyeceksin, ne olursa olsun ölmeyeceksin.
Saat beş gibi hava aydınlanmaya
başladı. Sabahın olmasını dört gözle bekliyordum ama garip bir şekilde ne bir
rahatlama ne de sevinç hissettim. İçimi tanımlayamadığım ama çok tanıdık gelen
bir sıkıntı kapladı. Oda loş ve sessizdi. Kirli pencereden süzülen soluk ışık
tahta masaya vuruyordu. Çok üşüyordum. Bir an uzandığım yerden hiç
kalkamayacağımı, sonsuz bir şekilde bu cansız ışığa bakacağımı sandım. Sanki
zaman da bu ışık gibi donmuştu.
Üzerimde keçi kılından yapılma bir battaniye ve iki kat yorgan vardı. Dün
kulübeye vardığımda, güneş batalı epey olmuştu. Yürümekten ayaklarım ağrıyor,
açlıktan başım dönüyordu. Yola çıkarken yanıma küçük bir bohça vermişler,
içindekilerin yarım günlük yol için yeterli olduğunu söylemişlerdi. Bir parça
kuru ekmek, iki topak peynir, su ve ne için kullanacağımı anlattıkları bir iki
merhem, sargı bezi. Gittiğim yerde erzağım olacaktı. Gece, geriye kalan peyniri ağzıma attıktan sonra, giysilerimi bile çıkarmadan
yorganların altına girmiş ve sabaha kadar gözümü kırpmadan yatmıştım. Şimdi o
kadar halsiz hissediyordum ki kalkıp yürümek imkansız gözüküyordu.
Önce kolumu çıkardım yorgandan dışarı. Her zaman öyle yaparım. Ellerimle
denerim, gözlerim. Sonra bir bacağımı sarkıttım. Her yanım tutulmuş. Zorlanarak
da olsa kalktım, gerindim, her sabah yaptığım gibi karnımın ne kadar büyüdüğünü
anlamaya çalıştım. Odada dolaştım, masaya vuran ışığa dokundum. Her yer soğuk.
Isınmam lazım.
Üstüme kalın yünlerden örülmüş gri
bir şal attım ve dışarı çıktım. Soğuk iliklerime işlemişti. Ellerimi ve
ayaklarımı hissedemez durumdaydım. Bu bana tuhaf bir sevinç verdi. Odun kırmak
için baltayı aramaya başladım. Her şey ince bir buz tabakasıyla kaplanmıştı.
Elimi dokundurunca değişik şekillerde kırılıyorlardı. Büyülenmiş gibiydim. Her
geçen dakika canlandığımı hissediyordum. Birkaç odunu ince parçalara ayırıp
içeri girdim. Ateş yakmayı çok gençken öğrenmiştim. Aşıktım. İnce elleri ile
odunları kırmasını, üst üste yerleştirmesini, alttan çıraları tutuşturmasını
seyrederdim. O ise bunun nasıl yapılacağını sakin sakin anlatırdı. Sevecen
olduğu nadir zamanlardandı bu. Susardım. Keşke her zaman böyle olsa derdim. O
zaman ne kadar çok sevebilirdim onu. Oysa sadece aşıktım. Şimdi hepsi geçmişte
kaldı. O ve diğer adamlar...
Ateş güçlendi. Birazdan kontrole gelirler, acele etmem lazım. İnce
bir defter ve iki kurşun kalemi yatak niyetine koydukları rahatsız şiltenin altına
saklıyorum. Yazmak ve hatırlamak yasak burada. Yakalanırsam ne yapacaklarını
bilmiyorum. Yola çıkmadan bütün kuralları anlattı yaşlı kadın ama cezalardan
bahsetmedi. Bu yüzden daha çok korkuyorum. Bahçeden gelen seslerle kendime
geliyorum. Kapı itilerek açılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder