3 Haziran 2012 Pazar

GEBE (bir)


             
            İlk gece uyuyamadım. Uzaktan, ne olduğunu çıkaramadığım hayvanların ulumaları geliyordu. Bir kurt sürüsü olduğunu düşündüm. Ama sanki bundan daha başka, daha korkunç bir şeyler oluyormuş duygusunu içimden atamıyordum. Burada hiçbir kadının ölmediğini biliyordum. Ölen erkekler olmuştu, çıldıran insanlar, korkunç kazalar... Ama hiçbir anne ölmemişti. Kendime sürekli bunu tekrarlıyordum. Ölmeyeceksin, ne olursa olsun ölmeyeceksin. 

            Saat beş gibi hava aydınlanmaya başladı. Sabahın olmasını dört gözle bekliyordum ama garip bir şekilde ne bir rahatlama ne de sevinç hissettim. İçimi tanımlayamadığım ama çok tanıdık gelen bir sıkıntı kapladı. Oda loş ve sessizdi. Kirli pencereden süzülen soluk ışık tahta masaya vuruyordu. Çok üşüyordum. Bir an uzandığım yerden hiç kalkamayacağımı, sonsuz bir şekilde bu cansız ışığa bakacağımı sandım. Sanki zaman da bu ışık gibi donmuştu. 

Üzerimde keçi kılından yapılma bir battaniye ve iki kat yorgan vardı. Dün kulübeye vardığımda, güneş batalı epey olmuştu. Yürümekten ayaklarım ağrıyor, açlıktan başım dönüyordu. Yola çıkarken yanıma küçük bir bohça vermişler, içindekilerin yarım günlük yol için yeterli olduğunu söylemişlerdi. Bir parça kuru ekmek, iki topak peynir, su ve ne için kullanacağımı anlattıkları bir iki merhem, sargı bezi. Gittiğim yerde erzağım olacaktı. Gece, geriye kalan peyniri ağzıma attıktan sonra, giysilerimi bile çıkarmadan yorganların altına girmiş ve sabaha kadar gözümü kırpmadan yatmıştım. Şimdi o kadar halsiz hissediyordum ki kalkıp yürümek imkansız gözüküyordu. 

Önce kolumu çıkardım yorgandan dışarı. Her zaman öyle yaparım. Ellerimle denerim, gözlerim. Sonra bir bacağımı sarkıttım. Her yanım tutulmuş. Zorlanarak da olsa kalktım, gerindim, her sabah yaptığım gibi karnımın ne kadar büyüdüğünü anlamaya çalıştım. Odada dolaştım, masaya vuran ışığa dokundum. Her yer soğuk. Isınmam lazım.

            Üstüme kalın yünlerden örülmüş gri bir şal attım ve dışarı çıktım. Soğuk iliklerime işlemişti. Ellerimi ve ayaklarımı hissedemez durumdaydım. Bu bana tuhaf bir sevinç verdi. Odun kırmak için baltayı aramaya başladım. Her şey ince bir buz tabakasıyla kaplanmıştı. Elimi dokundurunca değişik şekillerde kırılıyorlardı. Büyülenmiş gibiydim. Her geçen dakika canlandığımı hissediyordum. Birkaç odunu ince parçalara ayırıp içeri girdim. Ateş yakmayı çok gençken öğrenmiştim. Aşıktım. İnce elleri ile odunları kırmasını, üst üste yerleştirmesini, alttan çıraları tutuşturmasını seyrederdim. O ise bunun nasıl yapılacağını sakin sakin anlatırdı. Sevecen olduğu nadir zamanlardandı bu. Susardım. Keşke her zaman böyle olsa derdim. O zaman ne kadar çok sevebilirdim onu. Oysa sadece aşıktım. Şimdi hepsi geçmişte kaldı. O ve diğer adamlar... 

            Ateş güçlendi. Birazdan kontrole gelirler, acele etmem lazım. İnce bir defter ve iki kurşun kalemi yatak niyetine koydukları rahatsız şiltenin altına saklıyorum. Yazmak ve hatırlamak yasak burada. Yakalanırsam ne yapacaklarını bilmiyorum. Yola çıkmadan bütün kuralları anlattı yaşlı kadın ama cezalardan bahsetmedi. Bu yüzden daha çok korkuyorum. Bahçeden gelen seslerle kendime geliyorum. Kapı itilerek açılıyor.

Hiç yorum yok: